Şiddetin nedenleri üzerine farklı görüşler bulunmaktadır. Şiddet – temel dürtü ve varoluş gereği savunmadır. Bunun yanı sıra daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi otorite sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru olarak görmek ve onu bu konuda denemek daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik bir eylemdir.

Saldırganlık

Şiddet hem de bir saldırganlıktır. Peki insan neden saldırganlık gösterir? Bu sorunun cevabı oldukça zordur ve aslında tüm insan davranışlarının doğasına yönelik bir tartışmayı gerektirir. Hayvanlar için saldırganlığın biyolojik ve davranışsal karşılıklarını ve eşlik edenlerini bulmak o kadar zor değildir. Ancak insan söz konusu olduğunda biyolojik yapıyı aşan birçok etken işin içine girdiğinden zorlaşmaktadır. İnsan davranışının doğası son derece karmaşıktır. Saldırganlık insanın doğasında ve yapısında olan bir şey midir, yoksa yaradılışında olmayıp öğrenilmiş ya da sonradan içinde bulunulan çevrenin etkisiyle ortaya çıkan bir şey midir halen tartışılmaktadır.

Saldırganlık Kuramları

Psikanalitik kuramda Freud insan psikolojisini biyolojik temelli iki dürtüyle yani saldırganlık ve cinsellikle açıklamaktadır. Freud, teorisinin erken dönemlerinde tüm insan davranışlarının kökeninde eros veya libidonun, yani yaşam enerjisinin olduğunu öne sürmüştü. Ona göre saldırganlık da libidanal dürtülerin doyurulmasının engellenmesinden dolayı ikincil bir tepkiydi. Sadece belli durumlarda uygun koşullarda ortaya çıkabildiğinden saldırganlık yaşamın kaçınılmaz bir parçası değildi. Ancak 1. Dünya Savaşı’nın trajik günlerini takiben Freud bu görüşü terk ederek insan saldırganlığının “Tanatos” adını verdiği libidodan farklı ve ona ters bir fonksiyon icra eden bir içgüdüden kaynaklandığını ileri sürdü.

“Ölüm içgüdüsü” adını verdiği bu içgüdü, yaşamın tahrip edilmesine ve sona erdirilmesine yönelik enerjidir. Freud’a göre saldırganlık da dâhil olmak üzere tüm insan davranışları eros ve tanatos arasındaki karmaşık ilişkiden ve gerilimden doğmaktadır. Ölüm içgüdüsü eğer kısıtlanamazsa kişinin kendisini tahrip etmesiyle sonuçlanır. Bu nedenle ölüm içgüdüsünü kısıtlayabilmek amacıyla insanlar değişik savunma mekanizmalarına başvururlar. Bu savunma mekanizmalarıyla örneğin, yer değiştirme savunmasıyla bu enerji dışarıya aktarılır ve böylece saldırganlık ortaya çıkar. Freud’un bakış açısına göre, saldırganlık birincil olarak kişinin kendisini tahrip etmeye yönelik ölüm içgüdüsünün diğer insanlara yönlendirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Bunun yanı sıra, klasik davranışçılık saldırganlığı öğrenilen bir davranış olarak açıklar. Davranışçı kuram psikanalizin tam tersine insanın dünyaya geldiğinde bomboş olduğunu (tabula rasa), hemen her şeyin bu arada saldırganlığın da çevre etrafından belirlendiğini savunur. Bilişsel yaklaşımın davranışçılığın üzerine eklediği şey saldırgan davranışın oluşumunda ve sürmesinde bilişsel etkenlerin yani algı, anlamlandırma ve yorumlamalarımızın rolüdür.

Bilişsel yaklaşımı psikolojiye getiren öncülerden Albert Bandura saldırganlığın insanın yapısından değil çevre koşulları ve öğrenmeyle gerçekleştiğini ve klasik davranışçılığın savunduğu doğrudan koşullanma yerine gözlemsel öğrenme ve model almanın saldırgan davranışın gelişiminde daha önemli olduğunu savundu. Bu bakış açısına göre, saldırganlık da diğer sosyal davranışlar gibi öğrenilmiş yani sonradan kazanılmış bir tutumdur. Albert Bandura’ya göre, insan saldırganlığının kökeninde ne şiddete yönelik içsel istek ne de engellenmeye bağlı olarak doğan saldırganlık dürtüsü bulunmaktadır.

Saldırgan Tutumların Nedenleri

İnsanların birbirlerine karşı saldırgan tutumlar göstermelerinin nedenleri:

  • Geçmiş deneyimler sonucunda saldırgan davranışlar kazanmaları,
  • Bu türden tepkileri yüzünden takdir görmeleri veya ödüllendirilmeleri,
  • Özel sosyal ve çevresel şartlar tarafından doğrudan teşvik edilmeleri gibi nedenlerdir.

Şiddet ve Saldırganlığın Çeşitleri

Şiddet ve saldırganlığın psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet v.b birçok çeşidi vardır. Tarih boyunca insanlar başta olmakla birlikte canlılar çeşitli şiddetler görmüştür. Örneğin aile içi şiddet, çocuğa şiddet, kadına şiddet, hayvana şiddet gibi.

Aile içerisinde bulunan bir aile bireyinin diğerine karşı her türlü fiziksel veya psikolojik olarak hükmetmesi veya zarar vermesi aile içi şiddettir. Bundan başka, şiddetin en yaygın gözüktüğü diğer bir çeşidi ise kadına yönelik şiddettir. Kadına yönelik şiddet temel hak ve özgürlüklerin ihlali olup, kadınlar ve erkekler arasında eşit olmayan güç ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan önemli bir sorundur. Ne yazık ki toplumda bu şiddet gizli tutulmaktadır. Kadına yönelik şiddetin amacı, kadının davranışlarının korkuya dayalı olarak kontrol edilmesidir. Çocuğa yönelik şiddet de bu şiddetler arasında yer almaktadır. Aile içi herhangi bir bireyin, öğretmenin, toplumdaki herhangi bir insanın çocuklara uyguladıkları fiziksel, psikolojik veya cinsel şiddet ne yazık ki bu çocukların psikolojisini travmatik boyutta etkileyebilmektedir. Hatta şiddetler içerisinde en acımasızı bana göre çocuklara olan şiddettir.

Hayvanlara Yönelik Şiddet

İnsanların yanı sıra diğer canlılara da şiddet uygulanmaktadır. Son günlerde bu konuyla daha çok karşılaşıyoruz. Hayvanlara çeşitli fiziksel işkenceler edilip katledilebiliyorlar. Bilim adamları onları farklı deneylerde kullanıyor. İnsanlara şiddet uygulayanlarla hayvanlara şiddet uygulayan kişilerin profilleri benzerlik gösterir. Bunun yapan bireylerin geçmiş çocukluğunda yaşadığı çevreyi veya aile ortamlarının incelenmesi gerekiyor. Daha çok “antisosyal” kişiliğe sahip olan bireyler hayvanlara şiddet uygulama eğiliminde bulunuyorlar.

Antisosyal Kişiliğin Etkisi

Çağdaş ruhbiliminin ele aldığı ruhsal rahatsızlıklar içinde yer alan antisosyal kişilik bozukluğu, temel özelliği toplumsal kurallara uymama ve suç işleme olması nedeniyle şiddet açısından incelenmeye değer özellikler göstermektedir. Antisosyal Kişilik Bozukluğunun (AKB) temel özellikleri arasında, tekrarlayan biçimlerde sosyal kurallara ya da yasalara uymama, tekrarlayan yalanlar, sahtekârlık, dürtüsellik, tekrarlayan kavgalar ya da saldırılar, birçok konuda sorumluluk almama, başkalarına zarar verme ve bundan suçluluk duymama gibi belirtiler vardır. Antisosyal kişilik bozukluğu ve borderline kişilik bozukluğu, artmış şiddet eylemleriyle bağlantılı olan iki kişilik bozukluğudur. Antisosyal kişilik bozukluğunda şiddet eylemleri ve şiddet suçları görülen birçok antisosyal davranıştan bazılarıdır. Bu hastalar sıklıkla kavgalara karışırlar, hırsızlık, yalan söyleme, dikkatsiz ve hızlı araba kullanma, dolandırıcılık sahtekarlık, takma isim kullanma gibi çoğu suç sayılan eylemler gerçekleştirirler. Antisosyallerin işledikleri şiddet suçlarıyla ilgili diğer suçlulardan ayrılabilecek en önemli farkları yaptıklarından dolayı suçluluk duymamalarıdır. Antisosyal kişilik bozukluğunda işlenen şiddet suçunun hem niteliği hem de işleniş biçimi kişilik yapısı ile yakından bağlantılıdır. Antisosyal kişilik bozukluğu ile zaman zaman eş anlamlı olarak da kullanılan kronik ahlak dışı ve antisosyal davranışları tanımlamak için kullanılan bir kavram olan psikopati, antisoyal kişilik bozukluğu gibi gözlenen belirti ve davranışlara dayalı olarak değil belli bir ruhsal organizasyonu tanımlamak için kullanılır.

Psikopatiyle uğraşan ve bu konuda bir ölçek geliştiren Robert D. Hare, psikopatların yüzeysel bir çekicilik, grandiyözite, egosantrizm, yalancılık, manipülatif tutumlar, empati, impulsivite, suçluluk ve pişmanlık yokluğu gibi özelliklerinin psikopatinin temel özellikleri olduğunu belirtmiştir. Antisosyal kişilik bozukluğu olan bireylerde yapılan çalışmalarda, bireylerin normallere göre kendilerini daha az yeterli, yetkin, sevilebilir, dışadönük ve kabul edilebilir olarak gördüğü ve daha az suçluluk duygusu hissettiği bildirilmektedir.

Empati ve Şefkat

Kısacası, her türlü şiddet insanlığı yok eden unsurdur ve şefkat ve empati yeteneği olmayan her birey şiddet uygulamaya meyillidir. Şefkat ve empati kazanımında aile ve çevrenin rolü yüksektir. Anne ve baba çocuğuna şefkat duygusunu ve empati kavramını öğretip yaşantısal uygulamalarda bulunabilir ve bu duygu doğuştan gelmez, sonradan öğrenilir.

Günel Alican | Psikolog

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir