Yaşamın ölümden ayrı düşünülmüyor olması ve yaşamın sonunun ölümle kesişmesi tüm zamanlarda ve evrensel olarak önemli bir olay olarak görülmektedir. Ölümün bu kadar net ve kesin bir olgu olması gerçeği psikoloji ve diğer bilimleri de bu konuyu araştırmaya itmiştir.

Ölüm’e Bakışın Tarihçesi

Bauman’a göre tarih boyunca insanlar için ölümden, ölmenin kaçınılmazlığından, bu dünyadaki varlığımızın bir sonunun olmasından daha rahatsız edici bir düşünce olmamıştır (Akt; Tanhan, 2007). Bu rahatsız edici düşünce “ölüm kaygısı” olarak tanımlanabilir ve bu ölüm kaygısı insanların yaşamın sonu hakkında sahip olduğu duygular, korkular ve düşünceler bütününü oluşturmaktadır.

Yalom’a göre ise insanlar da dahil tüm türlere baktığımızda, kullandığı tüm bastırmalara ve inkâra rağmen kendi ölümünü idrak eden tek canlı olması nedeniyle insanoğlu, varoluşunun yokluğu anlamını taşıyan ölüm karşısında kaygı duyar (Akt;Tanhan, 2007). Dolayısıyla insanoğlunun ölümü kontrol edemiyor oluşu ve kendi hayatının kendi iradesi dışında sonlanıyor olması bu kaygı düzeyini arttırmaktadır.

Bu bağlamda bu yazının amacı ölüm, ölüm kaygısı ve bunun nedenleri gibi kavramların işleyişini irdelemek olacaktır.

Genel Bilgiler

Ölümün Tanımı

Geçmişten günümüze kadar ölüm hakkında birçok tanım mevcuttur. Ölüm, insanoğlunun kontrolü dışında bir mekanizma olması sebebiyle ve bedeninin kendi elinde olmadan elinden alınmasından ötürü bireyde doğal olarak kaygı düzeyini artırmaktadır.

Ölüm Karşısındaki Tutumlar

Ölümü Kabullenmeme

Ölüm olgusu insanoğlunun varoluşundan beri büyük bir ilgi konusu olmuştur ve ölüm bundan ötürüdür ki varlığını her an hissettirmiştir. Çağdaş insan olarak lanse edilen günümüz insanları hayatın her anında ve alanında bahsetmek istemediği ölümü, hastane odalarına taşımakta ve buna ek olarak ölmüş yakınlarını görülmeyecek bir şekilde şehirden uzak, mezarlıklara veya film sahnelerine hapsetmeye çalışmasıyla kendince ölümün duygusal vasfından kurtulmaya çalışmaktadır.

İşte artık modern insan ölümü, insan yaşamının sınırlarının dışına itmiştir. Yani özetle ölümün üstünü örtmüştür. İşte o nedenledir ki ölümde yas tutmak da kimsenin bilmemesi gereken ve rahatsız edici bir biçim haline gelmiştir. Alexander ve Adlerstein’e (1959) göre de ölümle ilgili tutumlardan biri yadsıma iken diğeri ise ölümün varlığını reddetmeyi içeren maskeleme ve bastırma olabilir.

Maskeleme; ölümü hatırlamamak, onunla hiç karşı karşıya gelmemek ve onun hakkında düşünme fırsatı bulmamak için kendini hayatın akışına bırakıp hayatı yoğun bir biçimde yaşamayı içerir. Bastırma ise ölüm kavramını bilinçten atarak yok saymıştır. Örneğin; yaşlı insanlarda görülen para biriktirme ve kimseye yardım etmeme gibi davranışların hepsi ölüm düşüncesini bastırma davranışına örnek olarak verilebilir. Çoğu insan ileriye dönük planlarında ölümü hiç düşünmemekte ve bu dünyada sonsuza kadar yaşayacakmış gibi bir tavır arzusu sergilemektedir (Akt; Yıldız, 1996).

Ölüme Meydan Okuma

Tüm bireylerde “ölümsüzlük arzusu” psikolojik bir gerçek olarak kendini gösterir. Bu da bireyin bir yandan ölümle uzlaşmayı sağlamasını isterken bir yandan da ölümü özlemeyi istemesine sebebiyet verir. Erich Fromm için ölüm ve ölümle ilgili olan geleneksel uygulamalar da aynı arzuyu dışa vurmanın bir göstergesidir. O yüzden gelenekselleştirilmiş törenlerde veyahut inançlarda insan bedenini saklama fikri, ölümsüzlük arzusunun en belirgin şekilde gösterme eğilimidir. İşte bu noktadan hareketle ölüm fikrini bastırmak ve ölümle ilgili korkuyu azaltmak için uygulanan, ölü kişiyi gömmeden önce onu süsleyip güzelleştirilmesi de tam olarak ölümsüzlüğe duyulan özlemin bir dışa vurumudur (Akt; Öztürk, 2010).

Ölümsüzlük arzusu kendini birçok şekilde gösterebilir ve bu ölümsüzlük kavramını tanımlarken maddi, biyolojik, sosyal ve ruhi ölümsüzlükten bahsedilmektedir. Maddi anlamda ölümsüzlük insanın maddi özü sebebiyle ölümsüz olacağını açıklarken; biyolojik ölümsüzlük ölümden sonraki yeniden dirilişe inanarak veya insanların bu dirilişe inanmasalar dahi bir şekilde biyolojik ölümsüz olmayı ummasını açıklarken; sosyal ölümsüzlük kavramı ise bazı sanatçıların eserlerini bırakması ölümlük karşısındaki en büyük avuntusu olurken, eskilere dayanan ruhi ölümsüzlük inancı da ruhun sürekliliği yaşayacağı ve sonsuza kadar varlığını sürdüreceğini düşüncesini içerir (Akt; Öztürk, 2010).

Ölümü İsteme

Bilinçli olarak ya da bilinçdışı olarak çağdaş kültürlerde kendini göstermekte olan ölüm isteği düşünüldüğünden daha yaygındır. İnsanın bilinçaltında kendini çokça gösteren ölüm isteği ve özlemini, ana rahmindeki rahat ve huzurlu bir hayat olarak gösterildiğini öne süren Freud; insanda sakinliğe, sessizliğe, denge ve uyuma olan eğilimden ötürü de ölüme özlem duyduğunu söyleyen Jung da insanın ölümü istemesini bu değişkenlerle açıklar (Akt; Öztürk, 2010).

Ölümü Kabullenme

Ölümü kabullenme tutumunda ise ölüm, yaşamın bir tamamlayıcısı, parçası olarak esas alınır. Ölümü kabullenme tutumuna, çeşitli varoluş felsefelerinde rastlanmaktadır (Yıldız, 1996). Bundan da ötürüdür ki kişi ölümlülüğü cesaretle yüzleştiği takdirde, daha sağlıklı bir ruhsal yapıya sahip olabilir. Çünkü kişinin ölümsüzlük yanılsaması yaşıyor olsa dahi aslında kendi ölümlülüğünü bilecektir (Hökekli, 2008).

Ölüm Kaygısı

Ölüm kaygısı 50 yılı aşkın bir süredir araştırılmakta ve araştırmacılar kavramın somut tanımını yapmaktan kaçınmaktadır.

Kişilerin bu dünyadaki “var” olmalarının son bulacağı gerçeği karşısında duydukları korku, ölüm kaygısı olarak tanımlanmıştır. Kübler Ross’a (1997) göre pek çok kaygının temelinde ölüm kaygısı bulunmaktadır. Jung ise ölüm kaygısının temelinde “yaşama korkusu” olduğunu söylemektedir (Akt; Tanhan, 2006).

Varoluşçu psikoterapiye göre insanın ölümlü olduğunu bilmesi, var olan günlerini daha iyi değerlendirmesini ve hayatını zenginleştirmesini sağlayacaktır. Ölüm kaygısı, insanın doğumuyla başlayıp, hayatı boyunca devam eden, tüm korkularının temelinde yatan ve kişinin artık bu dünyada var olmayacağının, bir hiç olabileceğinin farkına varmasıyla ortaya çıkan bir duygudur(Akt; Karakuş ve ark, 2012).

Ölüm kaygısı, ölüm fenomeni karşısında bireyin hayatının bütün dönemlerine yayılan bir kaygı durumudur. Ölüm konusunda insanları kaygıya sürükleyen şeyler vardır. Bunlar; bilinmezlik durumu, ölme işi ve süreci ve ölümü kestirememezliktir. Kişinin sahip olduğu ve değer verdiği şeyleri kaybedecek olması, ölümün ne zaman ve ne şekilde olacağını bilememesi ve öngörememesi ölüm hakkında kaygıya neden olur. İnsan hayatındaki en temel kaygılardan birisi ölüm kaygısıdır. Varoluşçu psikologlara göre birçok kaygı ve fobinin temelinde ölüm kaygısı vardır. Kişi kendisini ölüm kaygısına karşı korumaya çalışır. Bunu kültürlerdeki ölümsüzlük sembollerinde de görebiliyoruz(Akt; Ayten, 2009).

Ölüm kaygısını tanımlarken ölüm ve sonluluk korkusu ifadelerine de yer verilmiştir. Terimler genel olarak eş anlamda kullanılmıştır. Yalnızca ölüm kaygısı ve ölüm korkusu kavramları birbirinden farklılık göstermektedir. Ölüm kaygısı tam bir yok olmayı ifade etmekte; ölüm korkusu ise ölümün korkutucu olduğu inancı ile daha somut bir kavramı ifade etmektedir. Literatürdeki araştırmalar ölüm kaygısının çok boyutlu bir kavram olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmalarda en çok üzerinde durulan boyutlar, belirsizlik ve yalnızlık korkusu, yakınlarını yitirme korkusu, kişisel kimliği kaybetme korkusu, ölüm sonrası cezalandırılma korkusu, geride kalanlar için endişelenme, denetimi kaybetme korkusu, acı duyma korkusu, bedenini kaybetme ve yok olma korkusudur(Karakuş ve ark, 2012).

Ölüm Kaygısını Etkileyen Etmenler

Ölüm kaygısı ile ilgili araştırmalar incelendiğinde, genellikle ölüm kaygısı ile ilişkili olan çok boyutlu bir yapı vardır. Bunlardan bazıları yaş, cinsiyet, dini inanç, kültür, kişilik özellikleri, sağlık durumu ve diğer etkenler olarak sıralanabilir.

Gelişimsel süreç boyunca ölümlü varlıklar olduğumuzun sinyalleri birçok yolla belirir. Bunlardan en belirgin olanı yaşlanmadır. Yaş artıkça bireylerin ölüme yaklaştıkları düşünülür. bu yüzden de yaşlı bireylerin ölüm kaygısının ve korkusunun daha fazla olduğunu bekleriz. Oysa literatürde, ölüm kaygısı ve yaş arasındaki ilişkiyi inceleyen ilk çalışmalardan birinde, Feifel ve Branscomb (1973) beklenenin aksine yaşlılarda ölüm kaygısının ergenlere ve genç erişkinlere göre düşük olduğunu bildirmektedir. Gençler ölümü sağlıklı bedenini yitirme ve geleceğe ilişkin tasarılarını gerçekleştirememe olarak görüp kaygı yaşarken, orta ve ileri yaş dönemlerinde ise işlerini ve yakın çevrelerindekilere karşı olan sorumluklarını tamamlayamama sıkıntısı biçiminde kaygı duyarlar (Akt; Öztürk, 2010).

Bu durum, yaşın ilerlemesiyle ortaya çıkan olgunlukla ölümü kabullenmenin yavaş yavaş ölüm korkusunu azaltması şeklinde açıklanabilir.

Literatürde araştırılan bir diğer konu da, insanların dine olan bağlılıklarının ölüm kaygısı üzerindeki etkisidir. Bazı araştırmalar dindarlık ve ölüm kaygısı arasında negatif bir ilişki bulurken bazılarında ise ilişki bulunamamıştır. Bazı araştırmalarda ise ölüm kaygısı ve dindarlık düzeyi arasında eğrisel bir ilişkinin mevcut olduğunu öne sürmüştür. Örneğin Wink ve Scott (2005) 155 kişi ile yaptıkları uzun süreli çalışmada dine daha çok bağlı olanlar ile dine daha az bağlı olanlar daha düşük ölüm kaygısı seviyesine sahipken, dine orta derecede bağlı olanların daha yüksek ölüm kaygısı gösterdiklerini bulmuşlardır. Bu durumda din ve ölüm kaygısı ilişkisi için net bir sonuç oluşmamaktadır. Türkiye’de yapılan çalışmaların çoğunda dindar bireylerde daha düşük seviyede ölüm kaygısı saptanmıştır (Akt; Tanhan, 2007).

Ölüm kaygısına etki eden önemli değişkenlerden biri ise kültürdür. Her kültürün ölüm kaygısına karşı kendine özgü olarak geliştirdiği inanç, tutum ve davranışları vardır. Bu inanç, tutum ve davranışların, bireyi ölüm kaygısına karşı koruduğu savunulur. Araştırmalar her kültürün ölümü dile getirme ve anlam yükleme konusunda farklılıklar gösterdiğini ve bazı kültürlerin ölüm kaygısını hafifletmede daha etkin olduklarını göstermiştir.

Örneğin, Doğu ve Batı kültürleri arasında ölümün algılanışı bakımından bazı farklılıklar vardır. Doğu kültüründe ölüm genellikle ebedi varoluşa giden bir başlangıç olarak görülürken, Batı kültüründe daha çok kendiliğin mutlak yok oluşu olarak görülmektedir(Akt; Öztürk, 2010).

Ayrıca Scuhumaker’in aktardığına göre 1988’te Batı toplumlarının hasta ve yaşlıları dışladığı, bu 24 kültürdeki bireylerin ölümün farkındalığından uzak kaldığı belirtilmiştir Çalışmalar, doğu toplumlarında ölüm kaygısının daha düşük olduğunu desteklemektedir. Bunun sebebinin doğu toplumlarının ölümü mutlak bir yok oluş değil yeni bir hayata başlangıç olarak görmesi olduğunu söyleyebiliriz (Akt; Tanhan, 2007).

Fiziksel hastalıklarla ölüm kaygısı arasında anlamlı bir ilişki bulunmamasının aksine ruhsal hastalıklarla ölüm kaygısının oldukça ilgili olduğu düşünülmektedir. Literatüre baktığımızda da ölüm kaygısının depresyon, kaygı bozukluğu, şizofreni gibi psikolojik bozukluklarla olan ilişkisinin sıklıkla incelendiğini görürüz.

Ölüm kaygısını etkileyen değişkenler hakkında ilgili çok fazla araştırma olmamasına rağmen ilişkili olduğu saptanan diğer değişkenler de vardır. Örneğin kişilik özellikleriyle ölüm kaygısının ilişkisi incelendiğinde duygulardan kolay etkilenen, kendine ve çevreye güveni az olan, topluma uyumu az olan ve gergin bireylerde ölüm kaygısının daha yüksek olduğu bulunmuştur.(Akt; Öztürk, 2010).

Meslek gruplarının ölüm kaygılarını incelendiği bir çalışmada polis, pilot, itfaiyeci, muhasebeci, sınıf öğretmeni ve psikologdan oluşan farklı meslek gruplarında kişiler karşılaştırılmış; yüksek ölüm riski olan mesleklerde çalışanlarda (pilot, polis ve itfaiyeci) daha düşük ölüm kaygısı belirlenmiştir. Literatürde eğitim durumu ile ölüm kaygısı arasındaki ilişkiyi inceleyen çok az çalışma mevcuttur. Erdoğdu ve Özkan (2007) eğitim düzeyi arttıkça kişilerin ölüm kaygısı düzeylerinin de azaldığını tespit etmiştir. Ama bu değişkenlerden belki de en önemlisi yaşanmışlık düzeyidir. Boşanma, çalışma koşulları, yeni bir işe başlama, iş kaybı, yeni bir yere taşınma gibi durumlar ölüm kaygısını artırabilir. Hatta ilk beyaz saçın genç bireyde ölüm kaygısını artırdığı düşünülmektedir. Olumsuz yaşam şartları ve sorunlarla başa çıkma stratejilerinin ölüm kaygısı ile ilişkisinin bakıldığı bir çalışmada bu değişkenler arasında anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur(Akt. Öztürk, 2010).

Ölüm Kaygısı Üzerine Kuramlar

Ölüm ve ölüm kaygısı konusunda farklı kuramlar ortaya koyulmuştur. Bunlar arasında en etkili olmuş görüşlerden bir tanesi Freud‘a aittir. Freud insandaki saldırganlık ve yıkıcı tepkileri açıklığa kavuşturmak üzere ölüm güdüsünden bahsetmiştir. Freud’a göre ölüm güdüsü, yaşam isteğini oluşturan libidonun karşıtı olarak kullanmıştır. Ona göre bu güdü, insanı tabiatın tehlikelerinden korunmak için zihninde yüce varlıklar üretmeye sevkeder. Bu yüzden üretilmiş tüm dini paranoidler, insanın dünya karşısında yoğun bir şekilde emniyetsiz hissetmesi sonucu oluşmuştur ve nevrozların ilk belirtisi olarak düşünülmüştür. Bu ölüm içgüdüsü (thanatos), çevresel bir engelle karşılaştığında, uyum sağlayarak saldırganlığa dönüşür. Bu saldırganlık, bireyin kendisine yönelirse, insanı tahrip edici bir boyuta ulaşabilir. Buna göre yaşam,  ölüm içgüdüsü (thanatos) ve yaşam içgüdüsü (eros) arasında dinamik bir denge içerisindedir. Freud ölüm kaygısının, ölümün kendisinden değil, çocukluktaki bir takım çözülemeyen çatışmaların yansıması olduğunu öne sürmüştür. Ona göre bilinçaltı ölümsüz olduğunu düşünmektedir(Akt;Ayten, 2009).

Ölüm hakkındaki görüşlerden bir tanesi de Carl Gustav Jung’a aittir. Freud’un aksine Yung basit bir ölüm içgüdüsünün varlığını reddeder ve olaya daha manevi bir perspektiften bakar. O, ölüm kaygısının temelinde ‘yaşama korkusu’ olduğunu savunur. Yaşamaktan korkan insanlar ölümden de korkarlar. Bu yüzden ölüm yaşamı anlamlı kılan bir unsur olarak görmek,  Jung’ a göre insanın ruh yapısına daha uygundur(Akt; Tanhan, 2006).

Logoterapi’nin kurucusu ve hümanist bir psikolog olan Frankl (1996) ise ölüme karşı dinamik bir bakışı açısı sergilemiştir.Yani aslında ölüm, bu bir kaybolma değil hayatın tamamlanmasıdır. Sonuç olarak logoterapide ölüm bir yok olma hali değil bilakis insanın varoluşunu gerçekleştirmesidir(Akt; Sezer, 2009).

Hümanist bir diğer psikolog olan Fromm (1995) ise, insanın sahiplenme davranışı arttıkça ölümden korktuğunu ve bunun makul bir açıklamasını da bulamadığını ifade etmiştir. Ona göre bu korkunun sebebi ölüm değildir.Sebebi, o zamana kadar sahiplenilmiş şeyleri, kişinin bedenini, malı mülkü, benliğini kaybedeceği içindir. İnsan hiçbir şeye sahip olamamaktan elindeki her şeyi kaybetmekten korkmaktadır ve bu yok olma hissi ona endişe vermektedir. Ona göre, bireyin yaşama sevincini arttırıp, sevgi alanını olabildiğince geniş tutması bu korkuyu yenmeyi sağlayabilir (Akt; Sezer, 2009).

Özlem Aygül Kalem | Psikolog

Kaynaklar

  • Ayten A. (2009, Eylül). Üniversite öğrencilerinde ölüm kaygısı: Türk  ve Ürdünlü öğrenciler üzerine karşılaştırmalı bir araştırma, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 4, 85-108.
  • Hökelekli H. Ölüm, Ölüm Ötesi Psikolojisi ve Din. 1. Baskı, İstanbul: Dem Yayınları, 2008; 9-78.
  • Karakuş, G., Öztürk Z. ve Tamam L. (2012, Ocak). Ölüm ve ölüm kaygısı, Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 2, 34-43.
  • Sezer S. ve  Saya P. (2009) Gelişimsel açıdan ölüm kavramı,Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 13, 151-165.
  • Tanhan, F. ve Arı F. (2006, Aralık). Üniversite öğrencilerinin ölüme verdikleri anlam ve öğrenim gördükleri program açısından ölüm kaygı düzeyleri, Eğitim Fakültesi Dergisi, 2, 34-43.
  • Tanhan, F. (2007). Ölüm kaygısıyla baş etme eğitiminin ölüm kaygısı ve psikolojik iyi olma düzeyine etkisi, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.
  • Öztürk, Z. (2010). Yaşlı bireylerde ölüm kaygısı, Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi, Adana.
  • Yıldız, Murat (1996). Ölümle İlgili Genel Tutumlar, Akademik Araştırmalar-Sosyal Bilimler Dergisi, 1 (1): 178-188

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir