Varoluşsal psikolojinin önemli temsilcilerinden biri olan Viktor Emil Frankl, 26 Mart 1905’te Viyana’da dünyaya gelmiştir. Hayatın anlamını sorgulamaya çocukluk yıllarında başlayan Frankl, Logoterapi’nin temellerini aslında bu yıllarda atmıştır. Yaşamının erken dönemlerinde Sigmund Freud’dan etkilenmiş ve 16 yaşında ilk konferansını vermiştir. 19 yaşında ise ilk makalesi psikanaliz dergisinde yayınlanmıştır. 1930 yılında tıp fakültesinden mezun olmuş ve uzun yıllar nöroloji bölümünde çalışmıştır.

1942’de ailesiyle birlikte hayatının dönüm noktası olan nazi toplama kampına gönderilmiştir. 1945 yılına kadar kampta kalan Frankl, ailenin tek hayatta kalan üyesi olmuştur. 1946 yılında özgürlüğüne kavuşmuş ve kampta yaşadığı deneyimleri ve gözlemlerini “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabında aktarmıştır. Frankl, bu toplama kampında hayattan hiçbir beklentisi olmayan insanların diğer insanlardan daha erken öldüklerini gözlemleyince hayatta anlam ve amaca sahip olmanın önemini fark etmiştir. Bu farkındalık, kuramının ana temasını oluşturmuş ve bireylerin hayatta anlam bulmalarına yardımcı olmak için Logoterapi’yi geliştirmiştir.

Logoterapi

Logoterapi, Yunancada “anlam” manasına gelen “logos” ve terapi sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Logoterapi, psikolojik bozuklukların temelinin hayattaki anlamsızlık ve varoluşsal boşluk olduğunu ileri sürmektedir. Logoterapinin temel amacı, insanı içine düşmüş olduğu anlamsızlıktan kurtararak, insanın anlam bulmasına yardım etmek ve insanın yaşamış olduğu varoluşsal boşluktan kurtarmaya yardımcı olmaktır.

Frankl’a göre hayatta anlama ulaşmanın üç ana yolu vardır. Bunlardan ilki, bir eser yaratma ya da görev yerine getirme sürecidir. Frankl toplama kampına alındığında, yayına hazır olan kitabının metnine el konmuştur ve bu metni tekrar yazmaya yönelik arzusu, kampın ağır şartlarına rağmen hayatta kalmasına yardım etmiştir.

İkincisi, bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşime girmektir. Frankl’a göre; insanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. Toplama kampındayken karısının sağ olup olmadığını dahi bilmeyen Frankl, karısıyla ilgili düşüncelere gömüldüğünde sevginin en derin anlamının, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulduğunun farkına varmıştır. Bu noktada, sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, önemli olmaktan çıkmaktadır. Ayrıca bu düşünceleriyle dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini de anlamıştır. Tam bir yalnızlık konumunda, insan sevdiği insana ilişkin içinde taşıdığı imgeye sevgiyle yoğunlaşarak doyuma ulaşabilmektedir. Frankl da bu doyumla hayatın anlamına ulaşmıştır.

Üçüncü ve son yol ise acı çekmektir. Frankl, mutsuz bir durumla karşılaştığımız, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile, yaşamda bir anlam bulabileceğimizi savunmaktadır. Ona göre, bütün bu acıların ve bunca ölümün anlamı yoksa hayatta kalmanın da hiçbir anlamı yoktur.

Zeynep Durdağı | Psikolog

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir